Perşembe, 30 Nisan 2020 22:16

Darbeler Tarihi / Cemil Koçak - Özetleyen: M. Yavuz Ay

Darbeler Tarihi

Cemil Koçak

Timaş Yayınları

2016 / İstanbul

KİTAP ÖZETİ

ABD'nin onayı olmadan darbe yapılamaz.

Son 15 Temmuz 2016 darbesinde de kesinlikle 27 Mayıs'tan ilham alınmış. Çok kısa süre önce bazı liselerde mezuniyet törenlerinde öğrenciler iktidara karşı bildiri yayınlayarak ve tören sırasında resmi konuşma yapan müdürlerine sırtlarını dönerek bir mesaj vermeye çalıştılar. Bunu gördüğümde aklıma ilk gelen 27 Mayıs'tan sadece 1 gün önce Adnan Menderes'in Kütahya'da ziyareti sırasında oradaki havacı subayların Menderes'e sırtlarını dönmesidir.

15 Temmuz darbesine karşı çıkan sadece güvenlik kuvvetleri değil aynı zamanda ilk defa toplumun önemli bir kesiminin canı pahasına sokağa çıkarak bu darbeyi önlemek için harekete geçtiğine tanık olduk. 15 Temmuz gecesinin en büyük farkı halkın sokakta darbecileri alt etmesidir. Türkiye'de askeri darbelerin yurtdışı bağlantılarını gözardı edersek hata ederiz.

Daha önce Türkiye'de neden darbe olmuyor ya da olamıyor diye sormuşlardı, orada da demiştim ki, ABD'den onay çıkmadığı için… Şimdi diyorum ki darbe olabildiğine göre bu olay gerçekleşti…

Sadece TSK içinde değil devletin tüm kademelerinde FETÖ var. Buna göre organize olmuş, emniyet istihbarat, MİT, Devletin bütün kademelerinde itfaiye teşkilatında bile vardır. Türkiye'de utangaç darbeciler var, maskeli darbeciler var, toplumun seçmen düzeyinde en az dörtte biri bu darbe girişiminin başarısızlığa uğraması yüzünden üzüntü içinde.

Neden gezi günlerinde Antikapitalist Müslümanlarla Taksim'de Kızıl bayraklar altında namaz kılanlar iftar sofraları açanlar, birdenbire nasıl oldu da bu insanların gerici olduğunu keşfettiler. Şimdi bu darbeyi sadece önlemek değil Türkiye'de bulunan darbeci ruhu ve zihniyeti kazmak lazım. Türkiye'de her 3 seçmenden biri neredeyse kendisine ait olan darbeyi kendi siyasi görüşüne ve ideolojisine uygun olan darbeyi destekler ruh halinden çıkmalıdır.

Darbe sadece askeri operasyon olarak uzun zamandan beri hazırlanmıştı. Çok uzun yıllardan beri önce Ak Parti iktidarına, Gezi’den beri ise neredeyse tek başına Recep Tayyip Erdoğan'a ve en yakın çevresine yönelik saldırılar, aslında bir darbeyi haklı ve meşru addedecek geniş bir kitlenin yaratılmasına yönelikti. Sakın bu türden propagandanın yeni ve yaratıcı bir fikir olduğu düşünülmesin; asla; bu yöntem 27 Mayıs öncesinden ve sonrasından kopya edilmiştir.(s.20)

Darbecilerin Ordu'da ilk anda sanıldığından çok daha geniş bir kesime dayandığı muhtemelen hayretle görüldü. Muhtemelen bazıları cemaatçi değiller ama Erdoğan'ın indirilmesi için onlarla da işbirliği yapmaya hazır bir grup. Muhtemelen belki bazıları, sıkı Kemalist bile olabilir. Darbecilerin elindeki kuvvet, ne 27 Mayısçıların ne 22 Şubatçıların ne de 21 Mayısçıların rüyalarında bile göremeyecekleri genişlikteydi… Unutmayalım 27 Mayıs'ın general sayısı son anda katılanlarla birlikte bir elin parmağını ancak geçebiliyordu.

Neden başaramadılar?

Darbenin birkaç saat önce bile olsa ifşa edilmiş olması, darbecilerin organizasyonunu bozmuş olmalı… (…) Darbeciler ordu içinde bu denli kararlı ve silahlı bir direnç hesap etmemiş olmalılar… (s. 21)

Darbeciler emniyet mensuplarının ve MİT’in cesur, kararlı ve silahlı direnişini de görmemiş olmalılar…

Siyasetin, medyanın kararlı duruşu ve en kritik anda ve aşamada, nihayet geniş yığınların Cumhurbaşkanı ve Başbakanın çağrısı üzerine sokağa çıkması tarihte ilk kez görüldüğünden, darbecilerin planlarında yer almayan bir noktaydı hiç kuşkusuz…

Özellikle Gezi sırasındaki ana fikrim, bunun bir darbeye zemin oluşturacak örgütlenme olmasıydı. Mısır örneğinde olduğu gibi iki farklı kesimin meydanları doldurmasıyla çatışmayı önleyecek ‘kurtarıcıların’ ortaya çıkması hedeflenmiştir. Nitekim Gezi’yi destekleyenlerin can alıcı kesimi,  “Darbe kötüdür ama Erdoğan daha kötüdür” şeklinde özetlenecek bir tutum içinde darbenin maskeli destekçisi olduklarını gösterdiler… (s.22)

Darbenin atlatılmasında tarih, eminim medya yöneticilerinin bu cesur ve kararlı tutumunu da yazacaktır. Ama siyasi partilerin duruşu da buna eklenmelidir.

Karşı propagandalara dikkat!

(…) CHP lideri ve Başbakan İsmet İnönü'nün; 21 Mayıs 1963 başarısız darbesinden sonra; Talât Aydemir ve arkadaşını idam ettiğini; darbeye katılan katılmayan bütün Harb Okulu öğrencilerini de okuldan attığını ve Harb Okulunun 2 yıl boyunca mezun vermediğini (s.25) hatırlamak ve hatırlatmak; sanırım tarihçinin görevidir. Ne demişti İnönü; “En büyük tehlike, en yakın tehlikedir!” (s. 26)

Ordu kimin yanında?

Bu soruya yanıt vermek için, 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren ve daha sonraki cuntalaşma çabaları içinde de yer alan, o zamanki genç subayların anılarına göz atmalıyız.

Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi Cemal Madanoğlu, anılarında, tam bu sırada bir gizli örgüt kurulduğunu duyduğunu belirtmektedir.

“Kulağıma gelen fısıltılara göre, bizim ordunun karargâhında gizli bir örgüt kurulmuş imiş. Bu örgüt ne zaman kurulmuş, kimler kurmuş bilmiyorum… Ama alçak sesle konuşmalarda Kurmay Yarbay Seyfi Kurtbek ile Kurmay Albay Cavit Çevik adları çok geçiyor.(…)  En kıdemlileri Cevdet Sunay imiş. Başkanlığı Sunay’a vermişler.  (…) Örgütçüler başlarına bir komutan da bulmuşlar: Korgeneral Fahri Belen.(…) Umutlar Demokrat Parti'ye ve başındaki adama bağlanıyordu. Örgütçüler, Demokrat Parti’ye işbirliği önermişler… Sonunda General Belen, Albay Kurtbek, belki de benim bilmediklerim ordudan ayrılıp Demokrat Parti’ye girmişlerdi. (s.33)

Fahri Belen'in anlatımına göre, generallerden de örgüte katılımlar vardı ve Tuğgeneral Cemal Gürsel'in de örgüte üye olmadığına fakat girişimi destekleyeceğini ilişkin söylentiler çıkmıştı. (s. 34) Yine Cevdet Sunay'ın da adı başka anılarda geçiyorsa da, Belen, bu konuda bir bilgiye sahip olmadığını yazıyor.

 Dündar Seyhan'da anılarında, daha II Dünya Savaşı yıllarında ordu içinde başlayan darbeci eğilimleri vurguluyor. “Hedefleri İsmet Paşa ve kadrosunu bertaraf edip Atatürk inkılâplarına durduğu yerden tam bir hız vererek, Türkiye'nin Batıya doğru ilerlemesini çabuklaştırmaktı.”

Cemal Madanoğlu anılarına dönelim: “46 seçimleri için generallerin dışında hepimiz Demokrat partiyi tutuyoruz” şeklinde yazıyor. Alparslan Türkeş de anılarında, “Demokrat Parti'nin kuruluşunda subayların da büyük gayretle çalıştığı hakikatine” dikkat (s. 35) çekiyor.

MBK üyesi Sıtkı Ulay da anılarında 1950 seçimleri sonrasındaki gelişmeler anlatıyor. (…) Milli Şef İnönü’nün yanında o devrin bazı kumandanlarının bulunduğunu ve kendisine danışarak, bu seçimleri iptal ettirmek ihtimalleri olduğunu, buna karşın ne düşünüldüğünü ve ne yapılacağını soruyordu.

14 Mayıs Seçimi ve Ordu

1950 seçimlerinin hemen öncesinde, yıllardan beri CHP üyesi ve milletvekili olan ve Milli Mücadele’nin önde gelen isimlerinden bazı emekli paşaların da, Ali Fuat Cebesoy ile Refet Bele’nin de, DP’ye katılmaları ve milletvekili adayı olmaları bu bakımdan da anlamlıydı. (s. 39)

27 Mayısçıların İlk Hedefi CHP’yi Devirmekti!

1945 yılında rejimin dönüşümü, muhalefetin ortaya çıkışı ve güçlenmesi, Ordu içinde de benzer gelişmelere neden oluyordu. Ordu da kendi içinde parçalanmaya başlamıştı bile. (s.43)

27 Mayısçılar Kendi Anayasalarına Bile Sadık Kalmadılar

Son zamanlarda TSK iç hizmet yasasının 35 maddesinin değiştirilmesi ve bu şekilde darbelere yasal kılıf bulunmasının engellenmesi konusunda yeniden bir girişim varmış gibi görünüyor.

Hatırlanmalıdır ki 27 Mayıs öncesinde söz konusu yasanın ilgili maddesi 34. maddeydi ve bu madde,” ordunun vazifesi, Türk yurdunu” ve anayasa ile “tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” şeklinde formüle edilmişti. Sonradan bu formülasyon, Ordu'nun politikaya müdahalesinin bir argümanı olarak kullanıldı. Şu sıralarda benzeri bir formülasyonun yeniden düşünüldüğünü görünce eskisini hatırlatma ihtiyacı duydum.

27 Mayısçıların Geçici Anayasası

Tuhaf olan nokta, 27 Mayısçıların Demokrat Parti (DP) iktidarını anayasayı ihlal ettikleri için suçlarken, kendilerinin de ihlâl edilen anayasayı savunmak yerine, onun yerine geçici bir anayasa ilân etmeleriydi doğrusu. Bu bile, 1924 anayasasının aslında darbeci (s.50) subaylar tarafından da benimsenmediğini gösteriyordu; ama bu doğal karşılanmalıdır; çünkü, özellikle 1960’a doğru başta CHP olmak üzere önemli ölçüde aydınlar yeni bir anayasanın gereğine çoktan işaret etmişlerdir bile.

14’lerin MBK’dan Tasfiyesi

Yine hatırlanacaktır, daha 6 aya kalmadan, sonradan 14’ler olarak isimlendirilecek olan 14 MBK üyesi komiteden atılacak ve bununla da kalmayarak, yurttan da uzaklaştırılacaktır. İktidarda olup da tasfiye olanların yurtdışında sürgüne gönderilmesi tâ 2. Abdülhamid dönemine kadar geri götürülebilen bir uygulamaydı; bu bakımdan ne yaratıcıydı ne de bir yenilik…

Tasfiye Geçici Anayasaya Aykırıydı!

Geçici anayasaya göre, MBK üyeleri kendi isteğiyle komiteden ayrılabilirdi. Yine geçici anayasada MBK üyelerinin hangi subaylardan oluştuğu da saptanmıştı; üyelikten düşebilmek için göreve başlarken edilen yemine ‘ihanet’ etmek gerekiyordu. Yeminine ihaneti mahkeme hükmü ile sabit olmadıkça hiç kimse üyelikten çıkarılamazdı. (s.51)

14’ler Anayasaya Aykırı Olarak Görevlerinden Alındılar

Evet, doğru; 14’lerin ortak görüşü, darbenin daha uzun ömürlü olmasıydı; iktidarın derhal devri ülkenin selametine uygun değildi onlara göre… (s.52)

27 Mayıs'ın İnkılâp Mahkemeleri Niçin Faaliyete Geçmedi?

27 Mayıs, Yassıada Mahkemesiyle hatırlanır oldu; ama bir de İnkılâp Mahkemeleri kurulmuştu. Hayli tartışılmıştı da.

İnkılâp Mahkemelerinin İdam Yetkisi

Yasaya göre, hükümetin gerekli görmesi halinde milli birlik komitesince (MBK) yeteri kadar sabit veya gezici İnkılâp Mahkemesi kurulacaktı.

Mahkemelerin görevleri arasında; devlet başkanının veya milli birlik komitesi üyelerinin veya bakanların şahıslarına karşı her ne suretle olursa olsun kavlen veya fiilen tecavüz edenleri ve milli inkılâp hareketine ve esaslarına karşı ve bunlara zarar verebilecek şekilde her ne suretle olursa olsun propaganda yapanları, telkinde bulunanları, haber yayanları, nakledenleri veya herhangi bir faaliyette bulunanları yargılamak da vardı.

Yasa, 5 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis cezası öngörüyordu. “Vahim hallerde ölüm cezası” verilecekti. Tutuklama kararı onaya (s.62) bağlı değildi. Mahkemelerin kararları kesindi.

Cemal Gürsel'in Tavrı

18 Ağustos 1960 tarihli 62 sayılı yasayla kurulması öngörülen mahkemeler için yasaya göre gerekli işlemler yapılmadığından, inkılâp mahkemeleri faaliyete geçememişti. Diğer yandan MBK, mahkemelerin faaliyete geçmesinden yanaydı. Başbakan Cemal Gürsel de aynı görüşteydi. Mahkemelerin faaliyete geçebilmesi için hükümetin karar alamadığını belirtmeliyim.

Kürtleri de Yargılayabilmeli

Hatta Başbakana göre yasa makabline şamil (geçmişe yönelik) olmalıydı. Mahkemeler, kendi alanlarına giren ve yasanın kabulünden önceki olaylara da bakabilmeliydi. Mahkemeler, Kürt aktivistleri de yargılayabilmeliydi. (s.63)

27 Mayısçıların Hedef Tahtasındaki Adnan Menderes

Menderes muhafazakâr olduğu için değil, tam aksine, modern yaşam tarzına sahip olmakla itham ediliyordu. (…) Menderes, sahnede şöhret yapmış bir kadına gerçekten tutulmuştu. (…) Böylece Menderes'in ne kadar çapkın olursa olsun en nihayetinde bir küçük kasabalı olduğunu da öğreniveririz.

Yassıada'da mahkeme başladığında elbette bütün bu ithamlar unutulmuştu artık; sadece ‘bebek davası’ gündeme geldi ve beraatla sonuçlandı. Diğer ithamlar hiçbir zaman dava konusu olmadı.(s.72)

27 Mayıs Darbecilerinin Bir Operasyonu da Siyasileri İtibarsızlaştırmaktı

Bayar'ın milyonları ortaya çıkarılmıştı bile… Bir habere göre Bayar'a gönderilen “18 adet altın kol saatine” gümrükte el konulmuştu. Migros ve Gima adlı iki büyük şirketin en büyük hissedarının Bayar olduğu anlaşılmıştı. (…) “kasasında “sayısız otomobil anahtarı”… (…) Bayar’ın bankalarda 103 milyon tutan mevduatı… Bu ithamlar Vecdi Bürün tarafından hazırlanarak Ekicigil Yayınevi tarafından darbeden hemen sonra “Türk Ordusunun Zaferi: Kansız İhtilâl” adıyla bastırılan bir kitapta ortaya konulan ithamlardı.(…) Bayar'ın, oğlu Refi Bayar’ı da kişisel nüfuzundan yararlanarak kayırdığı… Fatin Rüştü Zorlu da hırsızlık ithamıyla hedefe oturtulmuştu.(s. 77)

27 Mayıs'ın ‘Kıyma’ Yalanını Darbeciler Kitap Bile Yaptı

Fısıltı gazetesi çok sayıda öğrencinin kurşunlanarak öldürüldüğünü, sayısız yaralı ve tutuklama olduğunu, tutuklanan öğrencilerinin korkunç koşullarda baskı altında tutulduğunu yayıyordu.

Cani şebekenin üç başı; Celal Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan, canavar ruhlu (İçişleri Bakanı) Namık Gedik’in Türk gençlerine karşı giriştiği vahşiyane katliama memnunlukla seyirci kalıyorlardı. “Yapılan ihbarlardan öğrenildiğine göre, gençleri diri diri buzdolaplarına, mezarlara koyan, sonra da cesetleri kıyma makinelerinde kıyarak köpeklere veren bu mahluklar insan olamaz” denmekteydi.(s.81)

1961 Anayasası ve ‘Direnme Hakkı’nın Önü Arkası

1961 Anayasası, 27 Mayıs öncesinde çok lafı edilen ‘Direnme Hakkı’nı anayasal bir hak hâline getirdi. Onu romantik bir ifadeye büründürdü ve siyasal hayatımıza armağan etti. 1961 Anayasası’nın başlangıç metninde şu ifadeye yer verilmişti:

Tarih boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapan Türk milleti…

(…) 1961 Anayasası’nın bu romantik ifadesinin yer aldığı girişin, anayasa metninden sayıldığıdır. Bu suretle, anayasa yapıcıları olan 27 Mayısçılar, gerek darbenin ve gerekse yeni anayasanın meşruluğunu ve haklılığını ortaya koymaya çalışıyorlardı. (s.101)

(…) Ordu Dahilî Hizmet Kanunu’nun 34. Maddesi ile; “Türk yurdunu ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumak” vazifesi kendisine verilmiş olan Türk ordusu, (…) ve hukuk devletini yeniden kurmak için, Türk milleti adına harekete geçerek, milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclisi dağıtıp; iktidarı, geçici olarak MBK’ne emanet etmiştir.”

27 Mayıs’ın Üniversite Tasfiyesi: 147’ler

Demokrat Parti'nin üniversite üzerindeki baskısından şikayetçi olanlar; 27 Mayıs'ı hürriyet aşkı ile destekleyenler; üniversite tasfiyesi ile şaşkına dönmüşlerdi. 147'ler Derneğini hatırlayan var mı aranızda?

Tasfiye başlıyor

Milli Birlik Komitesi (MBK), 28 Ekim 2960 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 114 sayılı yasayla üniversitelerde görevli bazı öğretim üyelerinin, görevlerinden affedilmesine ve bazılarının da başka üniversitelere tayinine karar vermişti. Ankara, İstanbul, Ege, Atatürk ve İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden yasada adları zikredilen 147 hoca, üniversiteden atılmıştı. (…) Yasada yer alan isimlerden bazıları yanlış yazılmıştı; ama o kadar kusur kadı kızında bile bulunurdu artık! (s.113)

MBK üyesi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ise, aksine, “Demokrasiye giderken elbette Beyazıt’tan da geçecektik” diyecektir.

27 Mayısçıların yeni anayasayı hazırlaması için görevlendirdiği Sıddık Sami Onar bile, durumu protesto etmek için İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nden istifa etmişti. Onunla birlikte Turhan Feyzioğlu da ODTÜ Rektörlüğü'nden ayrılmıştı herhalde çok kızmışlardı; çünkü yine MBK üyesi Yarbay Muzaffer Karan, atılanların neden atıldıklarına ilişkin olarak şu açıklamayı yapmıştı:

Ahlâkî, ilmî ideolojisi yönünden yüz kızartıcı notlara sahip olan, bilhassa çoğu komünist, mason, kifayetsiz, cinsi sapık, Kürt devleti kurmak isteyen, asistanlarını metres olarak kullanan, doçentin yazdığı kitaba imzasını koyan, senede üç beş kere fakülteye uğrayan üyeleri affettik.

(…) 147’lilerin kısa bir süre sonra 1962 yılında çıkan bir yasayla üniversiteye geri dönüşleri sağlanacaktır. Üniversiteden atılanlar arasında ünlü isimler vardı: Kısa bir süre sonra cumhurbaşkanı adayı olacak Ali Fuat Başgil; Demokrat Parti döneminde hukuk fakültesi dekanı olan Recai Galip Okandan, Mazhar Şevket İpşiroğlu; Mimar Emin Onat, matematikçi Ratip Berker, felsefeci Hıfzı Timur siyasal bilimci Tarık Zafer Tunaya felsefeciye Takiyettin Mengüçoğlu; Mina Urgan (o zamanki adıyla Mina Irgat) sonradan Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaç’la birlikte tanınacak olan Sabahattin Eyüboğlu; hocam Mete Tunçay’ın hocası Yavuz Abadan; İstanbul hukuktan Bülent Nûri Esen; iktisatçı Aziz Köklü; maliyeci Fadıl Hakkı Sur; arkeolog Zehra Hâlet Çambel; dahiliyeci Zafer Paykoç ile Celal Ertuğ; Celâl Saraç; (s.116) İsmet Giritli; Cevdet Perin; tiyatrocu Haldun Taner; iktisatçı Memduh Yaşa; ceza hukukçusu Mukbil Özyörük; doktor İhsan Ünlüer; sonradan benim de hocam olacak olan Özer Ozankaya; edebiyatçı Orhan Duru… Bu arada sosyolog Hilmi Ziya Ülgen de ilahiyat fakültesine devredilmişti. (s. 118)

Başarısız Darbe Girişimleri

22 Şubat 1962'de hafızalardan silindi siliniyor. Oysa başarılı bir darbe olsaydı, siyasi tarihimizde silinmez izler bırakacaktı. Başarılı darbeler kadar başarısız darbeler de yakın ilgiyi hak ediyor oysa… 27 Mayıs'ı başarılı mı buluyorsunuz? Bulmayanlar da vardı (…) 27 Mayıs'ı şiddetle eleştirenler vardı ve bunlar eski DP’lilerden de ibaret değildi. Aksine pek çok 27 Mayısçı, 27 Mayıs’ın hedefine varamadığında hemfikirdi.

Önce, meşhur 14'ler MBK’den tasfiye edildiler. Bu 27 Mayısçılar açısından ciddi bir kan kaybıydı. (s.121) (…) Bir süre sonra da Silahlı Kuvvetleri Birliği adı altında yeni bir cunta, MBK ile siyasal rekabete girdi.) Bütün bu süreçler aslında 27 Mayıs’ın barutunu tüketen gelişmelerdi. ((s.122)

27 Mayıs'ı kendi öz evladı olarak gören fakat darbe sırasında olsun, sonrasında olsun, -kendince bir talihsizlik sonucunda- içinde yer alamayan pek çok önemli subay da vardı. Ki, Harb Okulu Komutanı Talât Aydemir bu isimlerin başına geliyordu.

27 Mayıs'ı DP iktidarını alaşağı etmeye yarayan basit bir darbe olarak gören ‘sakat’ zihniyete karşı çıkılması gerekiyordu. Bu subaylara göre tam tersine, 27 Mayıs basit bir hükümet darbesi değildi; ya da olmamalıydı. Aksine, 27 Mayıs ülkeyi kurtaracak bir hareketin ruhuydu. Bazılarının zannettiği gibi iş o kadar basit değildi. İktidarı, DP’den alıp, İsmet Paşa'ya teslim etmek; ülkenin kurtarılması için yeterli değildi; hatta bu, boş bir çaba ya da avuntuydu. Yapılması gereken, iktidarı teslim etmemek, ülkeyi uzun yıllar boyunca arzu edilen durum oluşuncaya dek yönetmekti. (s. 123)

(…) İhtilâlci subaylara göre; şimdi artık gerçek 27 Mayıscılar, 27 Mayıs’ın ruhuna ihanet eden 27 Mayıscılara karşı, 27 Mayıs’ın gerçek ideallerini gerçekleştirmek üzere, 27 Mayıs gibi bir darbe yapmalıydılar. (s. 124)

Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan bir toplantıda; Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, İnönü’nün başında bulunduğu koalisyon hükümetinin desteklenmesini isterken ve politik sorunların bu şekilde çözüme kavuşacağını ileri sürerken, pek çok general de bu görüşleri desteklerken; pek çok albay, herkesin gözü önünde, Sunay’la siyasî tartışmaya girmekten çekinmiyordu. İhtilâlin dışında başkaca bir yol yoktu; aranması da doğru değildi. Bunu açıkça ifade etmekten çekinmemişlerdi. En başta da Talât Aydemir…

9 Şubat'ta imzalanan ve pek çok yüksek rütbeli subayın da imzasını taşıyan bir protokol ile birkaç gün içinde darbe yapılması karar altına alınmıştı bile…

Aydemir ve arkadaşları kimseden bir ‘hayır’ çıkmayacağını anlayınca; işin başa düştüğüne kesin olarak karar verdiler ve 21 Şubat akşamı Harb Okulu karargahı darbeyi başlattı. Aslında buna mecbur kalmışlardı bir anlamda. Çünkü, karşı guruplar, ihtilâlci subayları önce komutanlıktan almaya kalkışmışlardı. Bunun sonucunda onlara emeklilik yolu da görünmüştü.

İhtilâlciler, ellerindeki gücün hızla karşı tarafa kaydığını gördüler.(…)Kendilerine sunulan öneriyi kabul ettiler ve teslim oldular. Bu öneri, onları ordudan tasfiye ediyordu. Ama canlarını bağışlıyordu.(…) Hemen ardından yetmişten fazla subay emekliye sevk edildi.

Aydemir ve arkadaşları, artık sivildiler; (s. 126)

21 Mayıs 1963'te Doğru

Aydemir, artık emekli bir albaydı. Harp Okulu Komutanı iken giriştiği ve tam bir fiyasko ile sonuçlanan ayaklanma girişiminin ardından kendisini hâlâ aynı konumda, hatta daha da hâkim bir konumda görüyordu. Aslında o kadar yalnızlaşıyordu ki, Aydemir'in yanında olan bazı 22 Şubatçılar dahi hareketten ayrılmayı tercih etmişlerdi. (…) Anılarında yazdığı gibi, ordu içinde olsun, dışında olsun, kendisini ülkenin gerçek müstakbel lideri ve hâkimi olarak görüyordu. Oysa, ordu içinde hâkim olabildiği birlikler sayıca çok azdı.(s.138)

(…) Harekât plânı, asıl olarak emekli süvari binbaşı ve elbette 22 Şubatçı Fethi Gürcan tarafından hazırlanmıştı; ama Aydemir de onaylamıştı. Basit bir plân vardı elde; üstelik 22 Şubat’ın neredeyse tıpkısının aynısıydı. (s. 139)

(…) 21 Mayısçılar, sabaha karşı teslim oldular. Büyük kısmı zaten bundan önce geri çekilmişti bile. 21 Mayısçı Harbiyeliler yargılandılar ve çoğu beraat ettiyse de, disiplinsizlik yüzünden okuldan atıldılar. Talât Aydemir ve Fethi Gürcan, bu kez affedilmedi ve asıldılar. Pek çok 21 Mayısçı hapse mahkûm edildiyse de, birkaç yıl sonra çıkan af yasasından yararlandılar.(s.141)

12 Mart 1971

Bu Oyunun Benzerini 70’lerde Şili’de Oynadılar

(…) Latin Amerika’da ABD’nin desteğinde bitmek tükenmez askerî darbeler döneminde, soğuk savaş yıllarının koyu bulutlarının ortasında, Şili’de ilk kez sosyalist bir başkan, halkın oylarıyla seçilmeyi başarmıştı.(s.145)

(…) Ekonomide sosyalist atılımlar sürdü: Önce Amerikan bakır tekeli millîleştirildi; ücretler yükseltildi. Ardından on beş yaşından küçüklere günde yarım litre süt ücretsiz dağıtılmaya başlandı. (…) İşçi ailelerinin yoksul çocuklarına okul kitapları ücretsiz dağıtılmaya başlandı bedava ayakkabı, (…) ücretsiz kahvaltı ve öğle yemeği uygulamasına geçildi.

(…) Enflasyon % 35’ten % 7’ye indirildi.(…) sonunda ülke nüfusunun % 90’dan fazlası sosyal sigorta kapsamına alınıyordu.

(…) Önce Amerikan firmaları, Allende’nin daha başkan seçilmesinden hemen sonra, ülkedeki otomotiv sektöründe üretimi durdurmaya karar verdiler. (…) Batılı ülkeler (…) sermayelerini ülke dışına çekmeye başladılar. Büyük sanayi kuruluşları, (s.146) bankalar ve yabancı sermaye gurupları, ekonomide kaos yaratmaya başlıyorlardı.

Ekonomideki sarsıntı, orta ve üst sınıfların hükümeti protesto eylemlerine dönüşecektir: Özellikle kadınlar ellerindeki boş tencereleri birbirine vurarak, hükümetin aczini kentlerin ortalık yerlerinde büyük gösterilerle protesto ediyorlardı. (…) Doktorlar (…) greve gitmişlerdi. Ünlü kamyoncular grevi de bu sırada örgütlenmişti.(s.147)

Ekonomi iyiden iyiye meflûç hale gelmişti.

(…) General Pinochet, ki bizzat Allende tarafından atanmıştı, 11 Eylül 1973 tarihinde darbeyi gerçekleştirdi. (s.148)

Önce Sokaklar Karışır, Ardından ‘Kurtarıcılar’ Sökün Eder

Osmanlı-Türkiye modern siyasi tarihinin en bariz özelliklerinden biri de, sokak karışmadan kurtarıcıların ortaya çıkmakta nazlanmasıdır. ‘Kurtarıcılar’, İktidarın sokaktan geçtiğine kesin iman etmişlerdir.

İlk girişim CHP’ye karşı yapıldı

27 Mayısçılar bazen sanıldığının aksine son dakikada hazırlanmış bir darbeye girişmek zorunda kalmadılar. Ordu'da ilk cunta 1946 senesinde kurulmuştu ama kime karşı? CHP iktidarına ve İsmet İnönü'ye karşı!

CHP'nin Demokrat Parti karşısındaki baskıcı tutumu, Ordu'da genç subayların vicdanını yaralamış ve 1946 seçimlerinin hilesi ve hurdası karşısında 1950'de de aynısını tekrar etme ihtimaline karşılık, böylesi bir durumda iktidarı devirmek ve DP’ye teslim etmek üzere hazırlığa girişmişlerdi. Ama buna gerek kalmadı; çünkü 1950'de iktidar barışçı bir şekilde el değiştirdi.

1946'dan itibaren aradan geçen yaklaşık 10 yıldan sonra; bu kez Demokrat Parti iktidarına karşı Ordu'da ilk cuntayı kurdular. (s.153)

Yeterli desteği bulduğunu düşünen cunta, hürriyet sloganı altında iktidarı devirdi. Otoriter hatta diktatör bir idareye karşı yeni iktidar hürriyet vaat etmişti. 27 Mayıs'tan itibaren gittikçe perçinlenecek bir “Askeri Vesayet Sistemi” topluma empoze edildi.

27 Mayıs sonrası Türkiye'sinin yaklaşık 15 yılında sosyalistler ideolojik ve politik ağırlık taşıdılar. Söyledikleri (…) hiç de alışık olmadığımız hususlardı. (…) topluma uzak gibi görünüyorlardı; fakat üniversite gençliğinde kendilerine geniş bir taban yaratmayı başardılar.(s.154)

(…) 1968’den itibaren derece derece yükselen sokak hareketi, eylem gücü, 1971’de zaten ordu içinde var olan farklı cuntalaşma eğilimlerinin iktidar mücadelesinde dayanak vazifesi gördü.

Bugünlerde de sokağın karışmasından medet umanlar; yine aynı şekilde benzeri bir davranış kalıbını yineliyorlar. Dahası; bazılarının 27 Mayıs, daha geniş bir kesiminin 12 Mart ve 12 Eylül tecrübelerini fiilen yaşamış olmaları da, hürriyet sloganının yarattığı hayal (s.155) gücünü kıramıyor. Modern Türkiye tarihini birazcık bile herkesin, ülkede sokağın karışmasının hürriyet'in değil, yalnızca yeni bir baskıcı idarenin başlangıç tarihi olduğunu bilmesine rağmen… Sokaktan iktidar devşirme geleneği alışkanlığı ve ideolojisi sürüp gidebiliyor Bu, biraz da Türkiye'de sol /sosyalist entelektüellerin bilmesi, fakat asla öğrenememesinden kaynaklanan bir sonuç …(s. 156)

Dönüm Noktası Olamayan Eylem : 15-16 Haziran İşçi Direnişi

Sosyalist ve solcular Mayıs geldiğinde önce 1 Mayıs'ı, ardından Denizlerin idam tarihi olan 6 Mayıs’ı, ardından en çok 19 Mayıs'ı ve nihâyet 27 Mayıs anıyorlar; nedense Haziran geldiğinde 40 yıldan daha önceki büyük işçi eylemi aynı heyecanla ve coşkuyla hatırlanmıyor.

(…) 15-16 Haziran işçi direnişi… Oysa zamanında Türkiye'yi derinden sarsmıştı.

Türk- İş’in içinden ayrılan bir grup sendikanın Türkiye'nin siyasî tarihinde ağırlıklı bir yer kazanacak olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu(DİSK)’nu kurmasıyla sonuçlandığında yıl 1967 idi. (s.157)

Özellikle Türkiye İşçi Partisi(TİP) DİSK ve diğer sendikaları kendi politikası doğrultusunda etkilemeye gayret ederken; (…) Türkiye'nin önündeki devrimin sosyalist değil de milli demokratik devrim olduğunu savunan gruplar, TİP içinden ayrılarak, TİP’le mücadeleye girişecek ve özellikle de üniversite gençliği üzerinde TİP’le kıyaslandığında egemenlik kuracaklardır.

AP’nin, yani Süleyman Demirel hükümetinin sendikalar yasasında değişiklik yaparak yüksek oranda işçi barındırmayan sendikalara hayat hakkı tanımayacak şekilde yeni bir düzenlemeye gitmek istemesi üzerine başladı. DİSK’in âdeta yasayla kapatılmak istenmesi şiddetli çatışmalar doğurdu. Meclisteki görüşmelerde CHP bile tasarının kabulü lehine oy kullanmıştı!

(…) Bütün bunlar olurken DİSK de direniş kararı almıştı; elbette eylemlerin yönlendirici ve örgütleyicisi, DİSK’ti. (159)

(…) 15 Haziran sabahı DİSK’in örgütlü bulunduğu işyerlerinde işçiler, ki sayılarının 70 bin olduğu ileri sürülecektir, iş yerlerini terk ederek fiili greve giderek, (…) yürüyüşe başladılar.(…) Zincirlikuyu’ya kadar geldiler. Barikat kuran polislerle çatışma çıktı. (…) Kadıköy Yoğurtçu parkı civarında (…) bir polis vuruldu ve öldü. Diğer büyük olaylar, Kadıköy Kaymakamlık binasının yakılması, polis arabalarıyla AP’ye ait binaların tahrip edilmesiydi. Bütün olaylar sırasında 5 kişi ölmüştü. Ölenlerden 3'ü işçiydi; biri polisti; sonuncusu eylemle ilgisi olmayan bir esnaftı. 200 civarında da yaralı vardı. (…) Hükümet Kocaeli ve İstanbul'da sıkıyönetim ilân etti. (s.161)

Doğan Avcıoğlu'nun Devrim gazetesi de şöyle yazıyordu: ”Devrimci Kemalist geleneği bütün canlılığıyla sürdüren Türkiye'nin zinde güçleri” egemen sınıfların bekçiliğini yapmayı kabul etmeyeceklerdi. 12 Mart muhtırasından sadece 9 ay önce sosyalistlerin Türkiye analizi buydu işte…

(…) eyleme katılan fabrikalarda DİSK üyesi işçiler işten atılmaya başlandı. 5 binden fazla işçinin işten atıldığı belirtiliyordu. (s. 163)

(…) Türkiye'de sosyalistler, 80 darbesinde sadece örgütsel düzeyde yıkılmadılar; belki de daha trajik olanı yaşadılar. İdeolojik ve politik olarak yenilgiye uğradılar. Daha önceki darbelerde böylesine bir gelişmeyle karşılaşmamışlardı. Bu kez toplumda ideolojik olarak bir daha hakimiyet kurabilecek ölçüde de ayağa kalkamadılar.(s.169)

Doğan Avcıoğlu ve 9 Martçılar

Doğan Avcıoğlu’nun ilk baskısı Şubat 1971 tarihli olan Devrim Üzerine adlı kitabını temel alarak, 9 Martçıların programına bir göz atacağım. (…) Avcıoğlu, 9 Martçıların bence beyniydi; Devrim gazetesi hareketin ‘karargâhı’ sayılırdı; fakat Avcıoğlu'nun kitabı, âdeta tam zamanında yayınlanmış bir hükümet programı niteliğindeydi. (s. 170)

(…) Elbette Avcıoğlu'nun çok daha geniş boyutta ve o dönemde muazzam önem taşıyan bir diğer eseri olan Türkiye'nin Düzeni kitabı, bu küçük kitabının bir anlamda teorik ve tarihsel arka plânı olarak kabul edilebilir. Türkiye'nin Düzeni dönemin sol aydınlarının bir anlamda olmazsa olmazı olarak benimsenmiştir Hatta zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç Türkiye'nin Düzeni’ni okumayan bir kurmay subayı eksik göreceğini söylemekten bile çekinmemişti.(s.171)

Türkiye'nin Kalkınma sorunu, Avcıoğlu'nun ve 9 Martçıların önlerinde buldukları asıl meseleydi. “Kapitalist olmayan bir kalkınma modeli” benimsenecekti. Türkiye, emperyalist bloktan kopacaktı. İçeride millîleştirmelere geçilecekti. Plânlı bir kalkınma stratejisi olacaktı. “Toprak devrimi” yapılacaktı. Dış ticaret devletleştirilecekti. Bankalarda öyle… Sigorta şirketleri de…

Avcıoğlu, parlamenter sistemin Anglo-Saksonların hegemonya kurdukları yerlerde satmaya çalıştıkları bir mal olduğundan söz ediyordu. Oysa, “azgelişmiş ülkelerde parlamentoculuk, yaşayabildiği sürece tutucu güçlerin ve dolayısıyla emperyalizmin işine (s.172) yaramıştı.” Bu ithal malı politik sistem kesin olarak reddedilmeliydi. Azgelişmiş ülkeler bağımsızlık ve kalkınma gereklerine daha uygun düşen tek partili demokrasiye ve yönelmişlerdi. (…) Avcıoğlu'nun önerisi basitti: Batı tipi Parlamentoculuk, aslında “taklitçilik”ti. Ve “taklitçiliği bırakarak, devrimci bir düzen değişikliği için en uygun politik sistem” bulunmalıydı. (s. 173)

Nihayet Avcıoğlu, 12 Mart muhtırasından 10 gün önce, 2 Mart’ta, 9 Mart'ta âdeta çeyrek kala, haftalık Devrim gazetesinde şunları yazmıştı: “ Parlamenter sistemin sonuna yaklaştığı artık iyice seziliyor”. “Yöneticiler ülkeyi yönetmekten aciz”. “Politikacılardan umut kesilmiş durumda…” “Bir şeyler bekleniyor”. “Bundan daha kötüsü Türkiye koşullarında düşünülemez”.

Eğer 9 Mart başarılı olsaydı, muhtemelen Avcıoğlu'nun şu satırları ona yol gösterecekti:” Bu tehlikelere karşı uygun ve zorunlu savunma şiddetin açık kullanılmasıdır. Devrimin ilk aşamasında şiddet ağır basacaktı”. Avcıoğlu yapılması gerekenleri de şöyle özetliyordu: (…) “Yasalar vatandaşların ödev ve haklarını sınırlamalıydı”. “Hükümete yeteri kadar geniş takdir hakkı tanınmalıydı”. “Bütün toplu yürüyüşler izne bağlanacak; tehlikeli büyüklükteki sokak gösterileri yasaklanacaktı”. Mahkemeler de devrimci hükümetin kontrolünde kalacaktı”.

“Devrimci aşama”da “sağlam hükümet propagandası, baskı ve şiddet gücünün kullanılmasına sıkı sıkıya bağlanmalıydı “. (…)” Basın da kontrol altında tutulmalıydı”. “Devrime bağlı ve etkin bir ordu gerekirdi”. Ordu'dan devrime “sadakat” bekleniyordu. Ordu'da politik eğitim eksik bırakılmamalıydı. İşte eğer iktidara gelebilseydiler; 9 Martçıların siyasi ütopyası bundan ibâretti… (s. 175)

9Mart 1971… Devrimin Habercisi miydi? Sosyalistlerin Hatırlamak İstemediği Tarih

12 Mart’a Beş Kala adını taşıyan anılarında, daha sonra 12 muhtırasının akabinde emekliye sevk edilerek ordudan tasfiye edilecek olan Tümgeneral Celil Gürkan, iktidâra karşı ordu içindeki hareketliliği bütün açıklığıyla bizlere yansıtmaktadır.

(…) Gürkan’ın kendisini savunmak için kullandığı tek bir cümleyle yetinelim en iyisi: “Unutulmamalıdır ki; çıktığınız yolculukta yol arkadaşınızı seçme hakkına her zaman sahip olamazsınız”.

(…) Gürkan’ın 12 Martçılar için yazdıklarını okuyunca insanın aklına ister istemez, yeniden Albay Talât Aydemir’in yazdıkları geliyor.

(…) Şimdi de Gürkan’ın ordu ve politika ilişkisine getirdiği yoruma bir bakalım: “Orduyu politika dışında tutabilirsiniz, ama içinden, bağrından çıktığı ulusun yaşantısını yönlendiren politik dalgalanmalardan etkilenmesini önleyemezsiniz. Bu, eşyanın doğasına da ters düşer”.

(…) Gürkan’ın anılarında yanıtladığı sorulardan biri de, onun nasıl olup da darbeciliğe heves ettiğidir.(…) Ne olduysa 1950 seçimini izleyen dönemde olmuştu! Meselâ, “ne oldum delisine dönen bir parlamenter”, bir trafik polisini tokatlamıştı. DP iktidârı, İsmet Paşa ve CHP düşmanlığı üzerine dayanmıştı. Atatürk devrimleri inkâr edilmiş; “halk avcılığı” başlamıştı.

(…) İktidâr, “halkın özellikle dar ve sabit gelirli kesimin ıztırap çektiği ekonomik sıkıntıları giderecek, (…) adaletsizliği ortadan kaldıracak şekilde içtenlikli bir girişimde bulunmuyordu”.

(…) Devrimin hedefi neydi diye soracak olursanız, Gürkan’ın yazdıklarından özetleyebilirim: “12 Mart öncesinin sıcak ve bunalımlı günlerinde, içtenlikle inandığımız Kemalist devrim anlayışını, 1970’li koşullarına göre yorumlayıp uygulamak istiyorduk”.

Son Düzenlenme Perşembe, 30 Nisan 2020 22:25
ASDER Genel Merkezi

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...