Pazartesi, 10 Ekim 2022 14:56

Cumhuriyetin Saltanata karşı üstünlükleri

Peygamber Efendimiz (asm) saltanatı “ısırıcı” olarak nitelemiş ve yermiştir. Bu yönetim sistemi Mısır, Pers ve Roma imparatorluklarından diğer insan topluluklarına geçmiştir. Firavunlardan Memrutlara hatta Yezid’e kadar uzanan acımasız yöneticilerin hüküm sürdüğü bu sistemi ne kadar yersek azdır.
Alemlere rahmet olarak gelen İslam’da ise saltanat kabul görmemiş Roma ve İran medeniyetlerinin bir uzantısı olarak Müslüman topluluklara yerleşmiştir. Hazreti Muhammed’den (asm) sonra Dört Halife dahi seçimle gelmiş devleti meşveret ve istişare ile yönetmiştir.
Emevilerle birlikte ısırıcı saltanatın olumsuz etkilerine maruz kalan Müslümanlar bir türlü bu ısırıcı saltanattan kurtulamamışlardır. Hala türlü türlü şekillerde karşımıza çıkan krallıklar İslam alemini derin bir kaosun içine sürükleyerek gayrimüslimlerin zulümlerine teşne olmaktadır.
Emevi, Abbasi devletlerinin yanı sıra Osmanlı ve Selçuklu gibi büyük Türk devletleri de saltanatla idare edilmiştir. Ecdada saygı yüzünden olsa gerek ne yazık ki saltanatın birçok çirkin yüzünü nedense kimse görmek istememektedir. O halde bu çok kötü yönetim biçiminin en kötü taraflarından bir tanesini nazara vererek bazı ezberleri bozmaya çalışalım.
İşte saltanatın en kötü yönlerinden bir tanesi şehzade katlidir. Daha kundakta iken sabiler boğazlanarak öldürülmüşlerdir. Bu cinayeti işleyenlerin cevabı da hazırdır “devletin bekası için yaptık”.
Bilmezler ki sonsuz hayat geçerliliği olmayacaktır. Zerre kadar dahi bir suçun ihmal edilmediği haşirde masum insanların göz göre göre katledilmesine cevaz vermek mümkün değildir.
Hadi cinayete ortak olanları kendi hesapları ile baş başa bırakalım. Peki, kendisi ile hiç alakası olmadığı ve günahtan başka bir sonuç doğurmayan “şehzade cinayetlerini” savunanlara ne demeli?
 
Bu zavallılar hangi amellerine güveniyor ki bu dehşetli günahı üzerlerine almaktan çekinmeyip savunabiliyorlar. Allah’ın kalp ve vicdandan habersiz böyle çok kulu vardır…
Şimdi konuyu biraz daha detaylı izah etmeden önce tasnif ederek bazı gerçekleri ortaya koyalım. Yani bir kısım şehzadeler, bilfiil isyana teşebbüs etmiş, çıkardığı fitne kanın akmasına sebep olmuş mudur?
Eğer böyle bir durum söz konusu ise adaletin işleyişi elbette farklı olacaktır. Zaten bu konuda bir tartışma yoktur. İsyan çıkaran şehzadeyi kimse savunmaz. Saltanatın genel kaidesidir “ya devlet başa ya kuzgun leşe” deyip isyan çıkaran çok kişiye rastlanmıştır. Böyle çirkin tarafları bulunan saltanatı hala savunan varsa bu zavallılara acımak gerekir.
Tartışmalar asıl şu noktada düğümlenmektedir.  “Daha küçücük bir bebek iken veya hiçbir isyana teşebbüs etmemiş şehzadeleri öldürmek” nasıl bir canavarlıktır. Böyle hunharca sabileri boğup öldürenler büyük bir cinayet işlemiş olmuyorlar mı?
 
Kestirme ve basit olarak söylemek gerekir ki masum insanları katletmek, insanı sadece bir günahkâr olarak cehenneme müstahak etmez, küfürle de burun buruna getirip ebedî hayatını mahv ettirecek kadar tehlikelidir. Sakın sakın böyle tartışmalara girip kendinizi Cehennem ateşine yaklaştırmayın. Bunu bir ağabey nasihati olarak iyicedüşünün…
Maksadımız tarihî seyri içinde hâdiseleri ele alıp, defalarca yazılmışları bir daha tekrarlamak değildir. Hala inatçılık yapan kişileri ikna etmek ve İslâmiyet’i bu dehşetli bazı dehşetli iftiralardan beri tutmaktır. Çünkü konuşan bazı zatlar; kelli felli ve burunlarından kıl aldırmayan kişilerdir. Aslında bunlara laf anlatmak zordur. O yüzden biraz detaylı yazmak icap etmektedir. Yazının uzunluğundan bu nedenle şikayete gerek yoktur. İlgilenmeyen detaylarını okumaz.
Şimdi temel itiraz noktasından başlayalım. Diyorlar ki; bu şehzadeler hiçbir günahları olmasalar dahi yarın öbür gün muhakkak isyan edeceklerdi.
İşte burada durmak lazımdır. Çünkü İslâmiyet’e göre, niyet yalnız başına sebeb-i ceza değildir. Bir kişi, on kişiyi öldürme niyetini ilân etmiş bile olsa, on kişiyi öldürmüş gibi cezalandırılamaz. Değil buna Şer’i Şerif’le hükmetmek, beşerî hiçbir kanunla da hükmetmek mümkün değildir.
Zira suç vâki olmamıştır. Suç vâki olmadığı için de son ana kadar niyet sahibi, hem vaz geçebilir, Hem de niyetini herhangi bir sebebe bağlı olarak gerçekleştirmeye muvaffak olmayabilir. Dolayısı ile niyetine terettüp eden bir ceza varsa, o ceza verilir ki; istibdad idarelerini bir kenara bırakırsanız, dünyanın hiçbir yerinde bunun cezası niyet sahibini öldürmek değildir.
İzmir Suikastı bahanesi ile idam edilen bazı Sabetaycı zatları, hiç acımadan eleştirerek aynı şehzade katilleri gibi bu durumları savunanlar önce durup düşünmelidirler. Geçen yüzyılda “muhtemeldir ki bazı kelleler kesilecektir” diyerek Meclis kürsülerinden nutuklar çeken kişilere çok rastlanmıştır. Onları yaptıkları zulümlerin utancı ile baş başa bırakıp adaletin düsturlarından bahsetmeye devam edelim.
Şehzade katlinin diğer bir yönü de ; teşebbüs şöyle dursun, orta yerde bir niyet bile mevzubahis değilken hala bunu savunanlara ne demeli?
Diyorlar ki “ya böyle bir şeyi yaparsa?” Yahu böyle bir ihtimalden hareketle yeryüzünde öldürülmeyecek tek insan kalmaz. Her insanı bu ihtimalden hareketle öldürüp imha edebilirsiniz. Her kibritin yangın çıkaracağını düşünmek gibi akıl dışı bir hezeyan değil midir? Akıl ve iz’ana karşı bundan daha büyük bir cürüm işlenemez.
Dahası var: Düşününüz ki, devlete yani padişaha isyan edebileceği ihtimalinden hareketle öldürülenler arasında emeklemekte olan bebekler de var. Bu konuda ali kıran baş kesenler diyor ki, “Bu bebek büyüyecek, kardeşine isyan ederek devletin bekasını yani kendi iktidarını tehlikeye düşürecektir. Onun için şimdiden öldürünüz.”
Behey zalim! Nereden biliyorsun ki, o çocuk, erken bir hastalık veya başka bir sebeple ölmeyip büyüyecek, sonra isyan edip fitneyle kanın akmasına sebep olacaktır? Sorulacak en kaba ama en doğru sual, “Sen kimsin? Nefs-ül Emre sen mi hükmediyorsun? Kaderin mizanı senin elinde mi? Sen mi her şeyi halk edip hayat veriyorsun?
Hadi katil olmayı göze alıp öldürüyorsun. Hesabını âhirette vereceksin elbet. Peki, neden senin korkundan ödleri patlayan zavallı bir kaç âlimi fetvacı yapıp hem İslâmiyet’e çamur atmaya çalışıp kendin gibi birçok insanı Cehennem’e sürüklüyorsun?
Düşünce kabiliyetleri düşük, fanatik tarafgir hissiyatının insanlıktan çıkardığı bazı kıt akıllılar, bu satırlara kızacaktır elbette. Olsun ziyanı yok, yeter ki hakikat anlaşılsın. 
Öncelikle hakikatleri kimsenin hatırına bakmaksızın söylemek lüzumu vardır. Hele de bu hakikatler İslâmiyet’le alakalı ise, asla tereddüt edilmemelidir. Kim kırılır, kim kızar; beş para ehemmiyeti yoktur.
Bu yazıdan çıkarılacak sonuç “Osmanlı düşmanlığı” değildir. Saltanatın kirli yüzünü göstermektir. Bazı kişilerin hataları o muhteşem devletin iyiliklerine gölge düşüremez. Aksine, Cihan Devleti Osmanlı’nın iyilikleri o kadar çoktur ki söylemek dahi abestir. O noktadan bakmalıdır. Muhakemesi yerinde olanlar maksadımızı takdir etmekte zorlanmayacaklardır.
Klasik dönem Osmanlı hukuk sisteminin ana direği, elbette ki "Şer'-i Şerîf" idi. Fakat Osmanlı hukuk geleneğinin belki en belirgin özelliklerinden birisi ise, dört temel şer’î - hukukî delili (ayet-hadis-icma kıyas) yeterli görmeyip bazen haddi aşmalarıydı.
Yani ayet ve hadislerdeki açık hükümleri görmeyip İcmayı ümmete ve kıyası fukahaya karşı gelmeleridir. Yani İslam’ın hükümlerini yeterli görmeyip Yunan ve Roma felsefesine göre hareket etmektir. Şeriatın açık-kesin hükümleriyle çelişen bu durumu dikkatle incelemek gerekiyor.
Beşinci delili yani "örfî hukuku" etkin ve bazen söz konusu edille'nin de alanına müdahale edecek derecede kullanan bu insanlar büyük hata etmektedirler. İşte bu tavır ise saltanat sisteminin İslam’la uyuşturmaya çalışmaktan tutun da “hikmet-i hükumet” kurgusuna veya şehzade katlinin “meşruluğundan” meşhur istibdat devri uygulamalarına kadar hayli yanlışı “doğruya” çevirebilmiştir.  Maalesef halen de çeviriyor nice zihinleri bu günahlara ortak edebilmektedir.
Üstelik aynı tavır, bu meselelerde sesini yükselten mümin vicdanları ise cahillikle suçlayarak “bilmediğiniz şeyler var!” kolaycılığıyla hakaret noktasına kadar gidebilmektedir.  Oysa, muhtemel bir tehlikeye karşı şehzade katlini hala mazur ve meşru gören ama “insaniyet-i kübra'nın” özellikle de ahir zamana bakan dersine talebe olduğuna inanan kimi müminlerin, "adalet-i mahza" hakikati ile "umumun selameti için fert feda edilebilir" anlayışının birbiriyle uyuşup-uyuşmadığını, bilmeleri gerekir.
Özellikle Bediüzzaman Said Nursi’yi okuyup anlamaya çalışanların bu noktada hataya düşmesi mümkün değildir. Dahası, umumun selameti için ferdin feda edilmesinin ancak "ehven-i şer" ve istisnai bir çare olabileceği; muhayyel ve muhtemel gerekçelerle masumun hukukuna girmenin dinle bağdaşamayacağı; her ferdin hukukunu gözetmenin ise esas ve asıl hukukî gaye-metot olduğu gibi hakikatler, ecdadın ruhunu incitecek derecede bir ecdat sevgisine kurban edilmektedir.
Bu bakımdan "Kişinin kavmine zulümde yardımcı olması taassuptan-asabiyettendir." (İ.Mâce, Fiten, Hadis no: 3949) hadisinde ifade buyrulan “zulümde yardımcı olmak” fiilinin, “kavminin geçmişte yaptığı hatalara hikmet ve masumiyet yükleyerek onları şu anda da savunuyor olmayı” kapsayabileceği unutulmamalıdır. Zulme rıza, zulümdür,  vesselam…
...
Dr.Vehbi KARA

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...