(ASDER’in dernek adına ilk yayınladığı eser olan “Ben Disiplinsiz Değilim” isimli kitabın arka kapağında yer alan, ismini o zamandan beri mahfuz tuttuğumuz ve bu topraklarda yetişen mümtaz edebiyatçıların en önde gelenlerden birine ait makaleyi ; ASDER ve SADAT’ın ortaya çıkış serüveni ve hedeflerinin doğru anlaşılmasına vesile olması ümidiyle takdirlerinize sunuyor, yazarımıza da bu vesile ile tekrar teşekkür ediyorum.)
O’NU SİZ DE TANIRSINIZ !
“O’nu önce tarih sayfalarında tanıdım.
Alparslan’ın ardında, Malazgirt ovasında doru bir at sırtında, üzerine giydiği beyaz elbisenin kefeni olduğunu haykırdığı anda hepimizin içi ısınıvermişti hani.
Sonra asırlar birbirini kovaladı ve milli hafızamız O’nu, askerlerinin başında kah Kosova sahrasında kanlara yansıyan ay-yıldızı seyrederken, kah İstanbul Surlarında Bizans burçlarına sancak dikerken gördü.
“Estergon kal’ası bre dilber aman, subaşı durak” türküsünü okuduğu davudi sesinden,
“Tarihi çevir, nal sesi kısrak sesi bunlar” diye haykırdığı demlere gelesiye dek; Viyana’lar, Zigetvar’lar, Bağdat’lar…birer birer O’nun kanıyla sulandı.
Otranto’da Gedik Ahmet, Kıbrıs’ta Mustafa oldu adı.
Mekke müdafaasında Fahrettin, Plevne’de Osman’dı.
Güçlü, atılgan, çevik, zeki, becerikli ve gözü pekti. Daima en ön safta olmak şiarıydı. Bu yüzden pek çok yaralar aldı, yüzlerce, binlerce kez gazilik nişanıyla taltif edildi. Ama durmuyordu, durmak nedir bilmiyordu. Cepheden cepheye koşarken arkasında bazen bir bacağını, bazen bir kolunu, bazen bir gözünü bırakıyor, amma zihnini daima ileride, önde tutuyor, “Kızılelma’ya dek !” diyordu, “Kızılelma’ya dek !”
Bütün cephelerde O’nu elinde kılıç, tüfek, kazma, kürekle gördük. Arkasından ordular yürüyordu. Yılmadı, 93 Harbi deyip koştu, Balkan Harbi deyip koştu. Yolunu gözleyerek yaşlanan yavuklusuna, anasına, kızına, göz göre solup giden nergislerine ne bir mektup, ne bir haber yazacak zaman bulamadan Umumi Harp geldi çattı. Çanakkale’de “medeniyet denen tek dişi kalmış canavar” ın karşısında etten duvar örenlerin en ön safında O vardı. Sonraki cepheleri artık sayamaz olmuştu. Yemen, Galiçya, Sivastopol, Edirne, Suriye, Kars ve daha niceleri…
Yaz mıydı, kış mıydı, gece miydi, gündüz müydü…Ne zamanı bildi, ne kendini ! Elinin kınaları nasır tutmuş, çocuklarının hayalini bile unutacak noktalara gelmişti. Nihayet aç bi-ilaç Sakarya’da, Anafartalar’da, İnönü de ve Dumlupınar’da takat tazeledi. Büyük Taarruzun sonunda 30 Ağustos’ta Zafer Bayramı’nı kutlarken, düşmanı İzmir’de denize dökerken daha da gençleşmişti.
Çok geçmeden sökün edip geldiler; düşmanları yeniden Yunan oldular, Rus oldular, İngiliz oldular. Kore’de destanlar yazdı. Hassaten ezeli düşmanı Yunan O’nun kanına yemin etmiş, namusuna dil uzatmıştı. Kıbrıs’ta yeniden karşısına çıktı. O durur muydu ? Koştu gitti askerlerinin en önüne. Annesi hep “Yeşil kanatlı melaikeler düşsün önüne !” derdi, Kıbrıs’ta O melaikelerin önüne düştü. Asla yorulmadı; Şırnak’ta, Cizre’de, Van’da, Diyarbakır’da yeniden gözümüzün önündeydi.
Ve fakat !...Ne olduysa oldu ve sonunda O’nu ordudan ihraç ettiler.
Adına yüzlerce yerde anıtlar dikilmiş, şiirler yazılmıştı. Hikayeleri, efsaneleri, destanları ciltler dolduruyordu. Aldığı madalyaların, taltif ve takdir beratlarının rağmına hem de !...
Mevsimlerden en çok baharı, aylardan en ziyade Ağustosu sevdiğini biliyorlardı üstelik !...
Çevrenize bakınız; eğer alnında beyaz bir nur, gözlerinde ışıl ışıl onur taşıyan bir yiğit görürseniz, biliniz ki o ordudan ihraç edilen eski bir zabittir. Ellerinden öpünüz.
Ve siz ey kahramanlar ! Şerefli olmak için omzunuzda demir yıldızlara ihtiyacınız yoktur. Sizin her biriniz, tarihimizin onur semasında ayrı bir yıldız, her gün yeniden doğan bir Kervankıran olarak yerinizi aldınız bile.”