Uyarı

JUser: :_load: 989 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.
Salı, 26 Aralık 2017 10:19

Birleşmiş Milletler İslamofobiye Dur Dedi

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, Güvenlik Konseyindeki ABD vetosunu büyük bir çoğunlukla delerek yeni bir dönemin müjdesini verdi. Evet, artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi “Dünya 5’ten Büyüktür” sözü dünya kamuoyunda da kabul görmüştür. Bundan sonra ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’ya ait veto gücü eskiden olduğu gibi pervasız bir şekilde kullanılamayacaktır. Aksi takdirde ABD’nin rezil rüsvay olması gibi bir tehlike bu ülkeler için de geçerli hale gelmiştir.

Önce Güvenlik Konseyinde 14’e 1 ve sonra da BM Genel Kurulunda 128’e karşı 9 oyla almış olduğu karar; yıllardır sürdürülmekte olan İslam düşmanlığına da (İslamofobi) büyük bir darbe vurmuştur. Dünya ülkeleri “Medeniyetler Çatışması” adı altında yürütülen ve Batı Ülkelerinin bir çeşit hastalığı olan bu tehlikeli durumdan etkilenmediğini çok açık bir şekilde göstermiştir. İşte bu yazıda İslamofobi’nin bir hastalık olarak nasıl doğup geliştiğini anlamaya çalışacağız.

Aslında dünyadaki bütün insanlar, Batı’nın zihniyet dünyasını yansıtan kavramların esareti altında yaşamaktadır. İslamofobi, radikal İslâm, siyasal İslâm, ılımlı İslâm ve cihadizm, Batı’nın icat ettiği kavramlardır. Aslında bu sözleri kendi suçlarını gizlemek ve komünizmden sonra yeni bir düşman meydana getirmek için kullanıyor insanlığın beyinlerine kazımak istiyorlardı.

Batı dünyası, kendisine tehdit olarak algıladığı her şeyi “radikal” diyerek ötekileştirmiştir. Böylesine kendi kültür ve inançlarına ters bir anlayışı kabul edip benimsemek biz Müslümanların önemli açmazlarından bir tanesidir. İslâm’ın aslî kaynaklarını “radikallik problemi üreten” unsurlar olarak gören anlayışı sorgulamak gerekiyor.

Aynı şekilde Batı’da İslâm’la ilgili olarak yaygınlaşan durum olarak sözü edilen “İslamofobi”, İslâm’dan değil Batı’nın dine ve özelde İslâm’a bakışından kaynaklanan bir hastalıktır. Kendi çıkar ve menfaatlerinin gelişen dünya ulusları ve özellikle de Müslüman toplumlar lehine bozulmasından endişe eden Batı dünyası, “ne yapıp etsek de elimizdeki çıkarları kaybetmesek” telaşı ile İslam’dan korku üretmeye çalışmaktadır.

"Hâlbuki İslam kelime kökü itibarı ile de barış, huzur ve esenlik anlamına gelmektedir. Şiddet anlayışına İslam'da yer yoktur. Müslümanların yaptığı savaşlar savunma savaşları olup ganimet elde etme, işgal gibi anlayış sonradan savaşçı kabilelerin uydurmasıdır. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarından tutun Kosova, Varna, Niğbolu savaşları dahi Haçlıların, müşriklerin birleşip İslam'ı yok etmesine karşı müdafaa savaşlarıdır."İslam kelimesi Arapça “silm” köküne dayanır ve şiddet ve savaşın tam zıddı bir anlam içerir. Selamlaşma ve selam kelimesi de “İslam” kelimesinden türetilmiştir. “Allah’ın selamı üzerine olsun” ve karşılığında da “Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi senin üzerine de olsun” anlamlarını içeren selamlaşma İslam’da çok önemli bir davranıştır. Hatta selam vermek sünnet ise almak ise vaciptir. Yani selam veren birisine karşılık verme mecburiyeti vardır.

O halde Batı’nın uydurduğu bazı kelimeler ve İslamofobi üzerinde biraz durup bu hastalıklı anlayışı izah etmeye çalışalım.

İslamofobi, sosyolojik bir realite olmaktan önce psikolojik bir meseledir. Batı, kontrol edemediği, teslim alamadığı bir güç olarak gördüğü için İslâm’a karşı korku üretmektedir. Batılı medya ve kamuoyunda üretilen ve İslâm’ı terör ve şiddetle özdeşleştiren algı, çok güçlü olup Batı’nın sömürü ve menfaat çarklarının sona ermemesi için elde kalan son çare olarak görülmektedir.

Bu korku stratejisinin aşılması için, Müslümanlar kadar Batı’nın da çaba göstermesi gerekmektedir. Kendilerini sömüren ve aldatan “kapitalizm” gibi materyalist düşüncenin tuzağına düşmek artık yeter. İslam’ı asli kaynaklarından öğrenerek zihinlerinde meydana getirdikleri bu “canavar” kavramından kurtulmaları kendi ruh sağlıkları açısından önemlidir. Hem enerji ve para yüzünden terör üretip dünyanın tamamının başına bela olacaksın sonra da kalkıp Müslümanlara “şiddet içeriyorlar” diyerek çamur atacaksın. Olmaz böyle şey. Artık kendilerini kandırmaktan kurtulmaları ve akıllarını başlarına almaları gerekiyor. Şiddet, ırkçılık, menfaat, savaşmak, arzu ve hevesleri peşinde koşmak Batı felsefesinin bir ürünü olup İslam’a ve Kuran medeniyetine tamamen zıttır. Bunu bir çok yazı ve makalede konu ettiğim için burada kısa kesiyorum.

İslâm dünyası içinde çıkan ve bir kısmı şiddete başvuran müfrit ve aşırı unsurların, Müslüman dünyanın ana çizgisini temsil ettiklerini kimse söyleyemez. Suçun şahsiliği söz konusudur ve bir insan veya bir toplum bir kötü insan yüzünden toptan suçlanıp ötekileştirilemez. Kuran’daki “hiçbir günahkâr başkasının günahına ortak edilemez” mealindeki “Vela taziru vaziretin vizra uhra” ayetini dikkatle ele almak gerekir.

Batının düşmanca tutumu yetmiyormuş gibi bir de bazı grupların tekçi ve tekfirci çizgileriyle, İslâm’ı şiddet dini olarak göstermeye kimsenin hakkı yoktur. Tarihte her toplumun içinde ortaya çıkan şiddet eğilimli gruplar daima var olagelmiştir. Haricîlik gibi akımlar, sergilemiş oldukları barbarlıkları ile zihniyet problemini yansıtmışlardır. Fakat 1. ve 2. Dünya savaşlarında görüldüğü gibi hiçbir şiddet Avrupa’nın gösterdiği vahşetten daha büyük olamaz. Çoluk çocuk demeden şehirleri dümdüz edip sivil katliamlarını gerçekleştiren Batı dünyası önce kendisi ile yüzleşmeli sonra diğer toplumlarda çoğu zaman kendi unsurlarınca gerçekleştirilen şiddeti eleştirmelidirler. Türk atasözünde olduğu gibi “önce iğneyi kendine batırmalı sonra çuvaldızı başkasına sokmalıdır”.

Batı’nın İslâm dünyasına yönelik ikiyüzlü, sömürgeci, baskıcı ve zalimce tutumundan dolayı meydana gelen sadece Müslüman toplumlarda değil dünyanın her yerindeki terör olaylarını bir de bu açıdan ele almak gerekir. Sömürgecilik bitmiş lakin sömürü düzeni sona ermemiştir. Batının acımasızca operasyonları dünya kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açmaktadır. Terör unsurları da bu tepkiden beslenmektedir.

Elbette bu tepkisel akımların ürettiği terör İslâm’a ve diğer inanç sistemlerine yüklenemez, mal edilemez. Zaten terör İslam’ın temel değerleri itibarıyla asla meşru değildir. “Masum bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir” mealindeki ayet şiddetin önündeki en büyük engeldir.

Batı dünyasının ikiyüzlü tutumu, sömürü ve zalimce politikaları, bu yöndeki öfkenin beslenerek büyüttüğünü unutmamalıdır. Bu nedenle “İslâm terörü reddeder” gibi ifadeler doğru ama eksik ifadelerdir. Söz konusu problemin aşılması, terör kadar, onu doğuran veya ona meşruiyet üreten zulüm, işgal ve haksızlıklara karşı da kararlı bir duruş gerektirmektedir.

İslâm tarihi içinde ortaya çıkan aşırılıkların, öncelikli olarak “itikadi” bir zeminden üremediğine bilhassa dikkat edilmesi gerekir. Haricîlik, Şîa, Cebriye, Mu’tezile gibi fırkaların oluşumu, esasen “siyasî” düzlemde yaşanan bir ihtilafın “itikadî” bir zemine yerleştirilmesi sürecini bize göstermektedir. Bu durum ise siyasî tavır alışları “itikadî” bir çerçeveye oturtmama konusunda uyarı niteliğindedir. Dinin meşrulaştırma gücünün siyasî meseleler için âlet edilmesine müsaade etmemek gerekir.

Ümmet içerisinde sıkıntı ve problem odağı olmuş, küresel kamuoyu nezdinde İslâm hakkında olumsuz ön yargılar oluşturulması için de “fotoğraf” sunan yapılara baktığımızda, bu yapılarda hakikati kendi tekelinde gören, kendisi gibi düşünmeyen kişi ve grupları ise “dalâlet” hatta “küfür” ile itham eden bir dini dile sahip oldukları görülmektedir.

Bu inhisarcı yani her şeyi kendi tekeline alan ve tekfirci anlayışa karşı, Ehl-i Sünnet’in “Ehl-i secde tekfir edilmez” ve “Tevil varsa tekfir yoktur” diyerek geliştirdiği kuşatıcı ve muvazeneli yaklaşım, mü’minlerin istikamet çizgisini teşkil etmektedir.

Ehl-i Sünnet’in bu itidal çizgisi, her türden aşırılığa karşı, dün olduğu gibi bugün de ümmetin ana eksenidir. Bu eksenin muhafazası için, İslâm dünyası ve Türkiye’de yakın zamanda yaşanan bazı olayları Ehl-i Sünnet omurgaya, özelde bu omurganın taşıyıcısı olagelmiş usule, geleneğe, kurumlara, cemaat ve tarikatlara fatura ederek Ehl-i Sünnet’i kriminalize etme yönündeki fırsatçı propagandaya karşı özellikle dikkat edilmelidir.

Ehl-i Sünnet’in bu kuşatıcı ve kucaklayıcı istikamet çizgisinin bir temsilcisi olarak Risale-i Nur, ittihad-ı İslâm idraki içinde İslâm’ın ana caddesinde mü’minlerin ortak yürüyüşünde bir muvazene ve itidal örneğini teşkil etmektedir. Bu noktada Bediüzzaman’ın hayatı ve eseriyle ortaya koyduğu örneklik ve ölçülerin, hem gereğince anlaşılıp hem de uygun bir üslupla geniş Müslüman kamuoyuna mal edilmesi gerekmektedir.

Bu çerçevede, kendilerini “özne”, sair kişi ve grupları ise “nesne” olarak gören problemli bir anlayışa karşı Müslüman dünya içindeki bütün kişi ve grupların uzak durması beklenmelidir. Ümmetin sair fertlerini dalâlette, kendisini ise kurtarıcı olarak gören bütün yaklaşımlar tehlikelidir. "Müslümanlar, hakikatin bir olmakla birlikte, çok renkleri ve veçheleri olduğu, gerçeğini bilirler. Kendi düşüncesine aykırı olsa dahi güzel ahlak ile karşı durup kavli leyyinle itiraz eder."

İnsanların anlam ve aidiyet ihtiyacı hissetmeleri fıtrîdir. Bu ihtiyaçları suiistimal eden müfrit ve marazî yapıların mevcudiyeti, onların fıtrî ihtiyaçlar olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Problemli olan, bu fıtrî arayış ve bağlılığın marazî bir bağımlılığa dönüşmesidir. Dolayısıyla yapılması gereken, bu iki ihtiyaca cevap veren sıhhatli mecralara sahip çıkılması, bu ihtiyacı suiistimal eden yapılara karşı da bir uyanıklık ve dikkatin geliştirilmesidir. Bunu anlamada temel bir ölçü, insanların aidiyet ihtiyacına cevap veren yapıların mensubu olan kişilerin akıl ve iradesine kapı mı açtığı, yoksa akıl ve iradesine ipotek mi koyduğu; muhakeme ve müzakereye mi, yoksa körü körüne bağlılığa mı davet ettiğidir.

Kendini ümmetin ortak aklının murakabesine kapatan her türden eğilim, tehlikelidir. Kur’ân, sünnet ve İslâmî miras ile ilişkinin niteliği bu noktada büyük önem arz etmektedir. Bu temel kaynaklardan beslenen her yapı ve her yaklaşım makbulümüz olmalıdır. Bu kaynakları kendi duruşuna “meşruiyet üretmek” üzere “kullanan” yapı ve yaklaşımlara karşı ise tedbir gerekmektedir.

Önemli bir kısmı şiddete de başvuran aşırı yapı ve yaklaşımların Müslüman toplum içinde hangi kesimlerde kendisine zemin bulabildiğine dair ciddi sosyolojik ve psikolojik çalışmalar yapılması gereklidir. Bu aidiyetlerle FETÖ örgütündeki gibi “seçilmişlik” ve “kurtarıcılık” misyonu edinmenin cazibesi, hayata bu şekilde anlam bulma, dağılmış veya problemli bir aile ortamının bu yönelişteki etkisi, özellikle gençlerle iletişimde yaşanan meseleler bu çerçevede özellikle incelenmelidir. Fert olma ve ümmet içinde daha geniş bir bütünün mensubu olma arasındaki dengenin temini, mesafe ve yakınlığın doğru tespitini gerektirir. Memlekete hizmet için yakınlık, eleştirel düşünüş ve muhakeme için ise mesafe gerekir. Mesele, bu ikisi arasındaki dengeyi tutturabilmektedir, vesselam…

Dr.Vehbi KARA

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...