Pazartesi, 08 Mayıs 2017 11:56

Türkiye'nin Yeni Milli Güvenlik ve Tehdit Algısı-2

Merkez Anadolu Güvenlik Ekseni”

Cumhuriyetin ilk yıllarından 2000’li yılların başına kadar Türkiye’nin güvenlik ve tehdit algısını belirleyen faktör, yönetici elitlerin sınıfsal ve bürokratik meşruiyet kaygılarıydı. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu anlayışı statükoya dönüştüren yönetici elitlerin siyasi önceliği, Osmanlı’dan sonra kurulan yeni devletin batılı, laik ilkeler temelinde geçirdiği dönüşüm sürecini tamamlamak, bu esnada elde ettikleri sınıfsal ve bürokratik meşruiyetlerini korumaktan ibaretti.

Kimin/neyin güvenliği? Neye karşı güvenlik? Nasıl Güvenlik? Sorularının cevaplarını belirleyen zihin kodlarının temelinde, bu sınıfsal ve bürokratik meşruiyet kaygıları yatmaktaydı. İşte bu zihin kodlarıyla oluşturulan güvenlik ve tehdit anlayışı eğitim sistemi vasıtasıyla nesilden nesile aktarılan bir güvenlik kültürüne dönüştü. İlkokuldan itibaren tüm eğitim kademelerinde, hatta yetişkin erkeklerin mecburi askerlik dönemleri de dâhil olmak üzere hayatın her aşamasında zihinlere adeta kazınırcasına işlendi.

Bu güvenlik kültürü; dışta “üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili ” , içte “irtica/bölücülük tehdidiyle karşı karşıya bir ülke”  tasavvuru ortaya koymaktaydı. “ Yalnız ülkemin yalnız halkı” , “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” , “su uyur düşman uyumaz”  vb. söylemler sosyal bir gerçeklik haline geldi.

Bu güvenlik kültürü; Anadolu’nun tarihsel mirasını, jeopolitik ve jeokültürel konumunu, ekonomik ve sosyal dinamiklerini görmezden geliyor ve topyekûn ülkeyi öğrenilmiş bir çaresizliğe mahkûm ediyordu. Bunun yanı sıra, sürekli olarak batı ve doğu arasında eksen kayması tartışmalarıyla kendi gücünden bîhaber(!) edilgen ve uydu politikalar ile nice nesillerin ömürleri tüketiliyordu.

Öyle ki, siyasi mekanizmalarla çözülebilecek toplumsal sorunlar, hâkim konumlarını tehdit eden birer güvenlik sorunu olarak tanımlanıyor ve kendi sınıfsal ve bürokratik meşruiyetlerini zora sokacak gelişmelerden uzak durdukları gibi, takip ettikleri dış ve güvenlik politikalarını da hep bu perspektiften şekillendiriyorlardı.(*)

2002 yılına gelindiğinde millet, bu öğrenilmiş çaresizliğe, bu statükocu anlayışa karşı bir irade ortaya koydu. Milletin yeniden silkinme ve ayağa kalkma umutları yeşerdi.

Devletin bu iradeye dayanarak belirlediği yeni güvenlik anlayışıyla iç ve dış tehdit tanımları kökten değiştirildi. “Milli Siyaset Belgesi” ve “ “Milli Askeri Stratejik Konsepti” yeniden kaleme alındı. Terörün tanımı yeniden yapıldı. Şiddete başvurmayan her türlü fikir suç olmaktan çıkarıldı. Devlet tüm kurumlarıyla dînî, etnik ve kültürel farklılıklarla arasına örülmüş tel örgüleri kaldırdı. Farklılıkları bir ayrışma ve çatışma gerekçesi değil, zenginlik ve kaynaşma vesilesi kılacak sosyal projeler üreterek yeni bir toplumsal inşa süreci başlattı.

Terörle mücadelede, bir yandan terör örgütlerine karşı askerî önlemler alırken, diğer yandan terörün finans kaynaklarını kurutmaya, terör bölgesinde yaşayan halkın ekonomik ve sosyal kalkınmasını sağlayacak projeler üretmeye başladı. Öte yandan dış politikada “komşularla sıfır sorun Politikası”nı hayata geçirdi. Şam’ın, İstanbul’un, Bağdat’ın, Tahran’ın kalbi birlikte çarpmaya başlamıştı. Millet, nesilden nesile aktarılan o öğrenilmiş çaresizlik prangalarından kurtuluyordu… Zira yeni güvenlik kültürü; sadece askerî temelli bir anlayışla değil, hem askerî, hem siyasi, hem ekonomik, hem sosyal anlamda yeniden inşa ediliyordu. Allah’ın bize kader olarak tayin ettiği jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel konumumuzun sağladığı tüm dinamiklerle yeniden ayağa kalkma özgüvenine kavuştuk.

TSK’deki yeniden yapılanma ve milli savunma sanayi projelerinin hayata geçmesi, İstanbul’a Üçüncü Hava Limanı, Üçüncü Boğaz Köprüsü, Kanal İstanbul ve Tarihi İpek Yolu projeleri;  

Türk Akımı Enerji Boru Hattı, Nükleer Santral ve uluslararası telekomünikasyon altyapı projeleri ve bu günlerde hayata geçen Varlık Fonu Kanununu yeni güvenlik kültürünün ortaya koyduğu somut gelişmeler olarak değerlendirebiliriz.

Arap Baharı olarak adlandırılan süreç ve hemen ardından başlayan Suriye krizi başta olmak üzere, son on beş yılda içte ve dışta yaşadığımız siyasi ve ekonomik tüm krizler -ki buna 16 Nisan referandumu öncesi başlayıp halen devam eden AB ülkeleri ile aramızdaki krizler de dâhil -  Türkiye’nin bölgesel güç ve vizyonunun sınırlarını ve kapasitesini test etmiş ve bölgede oyun kurucu ülke olduğunu tüm dünyaya kabul ettirmiştir.(*) Türkiye bu başarısını, eski güvenlik ve tehdit algısının oluşturduğu siyasi, sosyal ve ekonomik prangalardan kurtulma iradesine borçludur.

Türkiye artık şu ya da bu eksenin etkisinde uydu bir devlet değil, kendi oluşturduğu “Merkez Anadolu Güvenlik Ekseni” nin tam ortasında oyun kurucu merkez bir devlettir.  Ves-Selam…

Hakan ŞİMŞEK [Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASSAM) Akdeniz Böl. Koor.]

(*) OĞUZLU, Tarık (2015) “Güvenlik Kültürü ve Türk Dış Politikası” bilig / Kış 2015 /Sayı 72 / 223-250

Hakan ŞİMŞEK

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...