Salı, 21 Kasım 2017 16:35

Türkiye - İran ve Üç Muhammed

Şehid Seyyid Kutub yaklaşık 65 yıl önce yazdığı “İslam’ın Dünya Görüşü” olarak Türkçeye tercüme edilen kitabının bir bölümünde şöyle der: “Talihsiz beşeriyetin kurtuluş yolu; herhangi bir grupla birleşip diğer insanları mahvetmek ve hakimiyet hakkının tamamını bir grub insana terk etmek değildir. Böyle bir yetki hangi gruba verilirse verilsin beşeriyeti insafsızca sömürür.

Böyle bir halin kabul edildiği dünyada; yapılacak olan bütün harpler başkalarının arazisinde yapılacaktır. Türkiye, İran, Irak, Suriye, Mısır ve Afrika’nın kuzeyi harbin bütün dehşetini yaşayacaktır. Çatışmaların sıklet merkezi Pakistan ve Afganistan olacaktır. Abadan ve Zahran’da bulunan İran ve Arabistan’ın petrol merkezlerinde olacaktır. O muhtemel harb, bizim yeraltı servetlerimizi yok edecek ve memleketimizi bir çöl haline getirecektir. Harpten kim galip çıkarsa çıksın bizim için netice değişmez. Böyle bir çatışmadan biz, perişan bir halde çıkacağız. Bu perişanlık geçmiş harplerde Avrupalı milletlerin başına gelen akıbetten çok daha beter ve telafisi adeta imkansız bir şekilde olacaktır…”

Yıllar öncesinden Seyyid Kutub bu uyarıyı yapmıştı. Zaman sanki Seyyid Kutub’un tarif ettiği zaman gibi. Yerel ve bölgesel hareketlilik, Batı’nın ve işbirlikçilerinin ortaya koydukları tehlikenin gittikçe yaklaştığının habercisi gibi. Mesele sadece Batı’nın açgözlülüğü ile, petrol bölgelerine ilgisi ile, İsrail’in güvenlik sorunu ile izah edilemeyecek kadar büyük.. Bir taraftan Arap dünyasındaki çatışmalar, Arap baharı sonrası gelişmeler, restleşmeler, diğer yandan DAİŞ, PYD, FETÖ gibi yapılanmalara sahip çıkan ABD ve onun patronu olduğu NATO’nun yaptıkları ya da yapmak istedikleri. Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu coğrafya her zamankinden daha hareketli ve sıcak.

1991 Körfez harekatı sırasında bile görmediğimiz bir yığın gelişmeler birbirini izliyor. ABD ve yandaşları adeta bölgemizin yeniden ve kendi istedikleri biçimde şekillenmesi için muhtelif aktör ve piyonları devreye sokuyorlar. Sanki mahşerin üç atlısı gibi. (ABD’de 1915’de olan bir olay sonrası bir istihbaratçı, bir din adamı ve bir medyacı için kullanılan bir deyim)  BAE Veliaht prensi Muhammed b. Zayed, Suudi Arabistan Veliahd Prensi Muhammed b. Selman ve Filistinli karanlıklar prensi Muhammed b. Dahlan. Bu üç Muhammed adeta Ortadoğu’da Amerika’nın ve müttefiklerinin arzuları doğrultusunda hizmet eden hizmetkarlar gibi.

BAE ve onun fiili yöneticisi Muhammed b. Zayed başta Katar, Kuveyt, Türkiye ve İran’a yönelik olarak her komplo ve yaptırımın arkasında. 5 Haziran 2017’deki Katar’a ambargo kararı Trump’un direktifi, Muhammed b. Zayed’in tasarımı ve Muhammed b. Selman’ın icraatıyla devreye sokuldu. Türkiye ve Erdoğan anında bu girişime karşı çıktı. Önce İran, ardından Pakistan bu ambargoya karşı Türkiye ile ittifak ederek bir blog oluşturuldu. 355 milyonluk bir nüfusa sahip bu blog, ABD’yi ve onların bölgesel yandaşlarını ürküttü. Ve kabak Pakistan eski başbakanı Navaz Şerif’in başında patladı. Nevar ki bu olayın ardından üç ülke de aleni hedef haline getirildi. BAE Washington büyükelçisi Yusuf el Uteybe’nin ki, adı geçen şahıs 15 Temmuz darbe girişimine verdiği destekle de bilinmektedir. Bu şahıs ile beraber Muhammed b. Dahlan, Suudilerin yeni veliahd prensi Muhammed b. Selman’a hem akıl hem de destek vermektedirler. Adı geçen üç Muhammed İhvan, Hamas, Hizbullah örgütleri başta olmak üzere bunlara destek veren tüm ülke ve şahısları neredeyse terörist ilan etmek için yarış halindeler. Nitekim Mekke müftüsü Şeyh Abdülaziz el-Şeyh’in: “Hamas terör örgütü, İsrail’e karşı savaşmak dinen caiz değildir” ya da “İran’la savaşıldığında İsrail ile işbirliği yapılabilir” fetvası kimin, kimlerin eseri olabilir? Yine bu şahsın daha önce verdiği fetvalar da önemli. Mesela: 2014’de Müslüman kardeşler terörist, yine 2014’de Gazzelilere seslenerek İsrail’e karşı sokak eylemleri meşru değildir ve 2016’da İranlılar Müslüman değildir diyebilmiş birisi.. (Ardan Zentürk, Star, 16.11.2017) Bu ve buna benzer yaklaşımlar gerek siyasi ve gerekse dini otoriteler tarafından sıklıkla gündeme getiriliyor. İsrail ve destekçileri ise bundan oldukça memnunlar. Hele hele İsrail’in iletişim Bakanı Eyüb Kara Suudilerden gelen Ilımlı İslam anlayışına ve Mekke Müftüsünün Hizbullah ve İhvan için söylediklerine fevkalade sevindiği gelen açıklamalarından belli.

Niçin ABD ve bölgesel işbirlikçileri özellikle İran ve Türkiye’yi hedef aldılar? İran açısından konu anlaşılabilir. Zira İran’la Körfez harekatı sonrası ABD’nin bir ittifakı söz konusu olmuştu. Buna göre İran ABD’nin petrol tankerleri için Hürmüz Boğazını açık tutacaktı. ABD ise İran’ın dört önemli isteğini yerine getirecekti. Bunlar PEJAK’ın bitirilmesi, Halkın Mücahitleri Örgütünün etkisiz hale getirilmesi, İran sınırındaki Taliban örgütünün uzaklaştırılması ve Saddam’ın yok edilmesi gibi. Doğrusu ABD bu istekleri de zaman içerisinde yerine getirdi. Bugün için ise ABD Körfez harekatının önemli bir gerekçesi olan İsrail’in güvenliği konusunda gerekeni yapamadı. Bunun da arkasındaki ana nedenin İran ve onun bölgesel politika ve eylemlerinin olduğunu çok iyi biliyor. Bunlar Hizbullah, Suriye’deki Devrim muhafızları gibi unsurlar. Tabi ki bunun yanısıra İran’ın askeri gücünün artması, geliştirdiği uzun menzilli füzeler, çeşitli konvansiyonel silahların Hizbullah’a teslim edilmesi gibi hususlar İsrail’in güvenliğini tehdit etmekte. Yine tüm uğraşılara rağmen Suriye’de İran yanlısı Beşar Esad rejiminin devamı İsrail’in güvenliği için tehdit olarak algılanmakta. Kaldı ki ABD 23 Ekim 1989’da Beyrut’daki iç savaşda Dürzülere destek için gittiğinde bir günde 241 Amerikan Deniz Piyadesi ile ve ondan hemen sonra 58 Fransız askeri havaya uçuruldu. Bunu İran adına birileri üstlenmişti. Ancak olay İran’ın da açıktan desteklediği İslami Cihad ve İran yanlısı Şii örgütler tarafından gerçekleşmişti. İşte ABD’nin şuur altında bu olayın derin izleri bulunmaktadır. Bu nedenle olaylara ya da istediği sonuçları almak için direkt müdahale yerine araçlar kullanıyor. DAİŞ, YPG, PYD, PKK, FETÖ bu araçlar cümlesinden olduğu gibi üç Muhammed ile BAE, Suudi Arabistan, Mısır da bu cümleden okunabilir.

Türkiye açısından olaya yaklaştığımızda ise konu biraz daha çeşitlilik arzediyor. Erdoğan uzunca bir zamandan beri 2023 hedeflerinden bahsediyor. Acaba gerçekten bu hedef sanıldığı gibi ekonomik, kalkınma içerikli, enerji dağıtım üssü gibi ya da kişi başına düşen milli gelirin artışı ile ilgili bir proje mi, bir beklenti mi? Doğrusu ABD’nin ve üç Muhammed ile onların temsil ettiği zihniyetin Türkiye’yi hedef almalarının arka planında bu varsa bunun için bu kadar açık müdahaleye ve gürültüye gerek yok. Sanırım olay bunlarla birlikte yerel, bölgesel ve küresel ölçekte Türkiye’nin kendisini yeniden konumlandırmasında saklı. Nitekim Erdoğan’ın 19 Kasım 2017’de Bayburt ve Gümüşhane konuşmalarında öne çıkan şu cümle dikkatle tahlil edilmelidir: “Yeni ittifak arayışları cephe hükümeti olmayı reddetmek, merkez hükümeti olmayı öne çıkartmaktadır.” Adı geçen cümle Türkiye’nin yeni ve fakat nesne olmadığı, özne konumunda olduğu yeni ittifak arayışlarının da sinyali olarak okunabilir. Yine 13 Kasım 2017’de başlayan “Trident Jovelin 2017” NATO tatbikatında öne çıkan Mustafa Kemal ve Erdoğan’ın hedef alındığı senaryoya Türkiye’nin göstermiş olduğu sert tepkiyi; 1 Ekim 1992’de NATO’nun Ege denizinde gerçekleştirdiği “Kararlılık Gösterisi” tatbikatında Deniz kuvvetlerine bağlı Muavenat Gemisine ABD’nin Saratoga Uçak Gemisinden atılan iki füzeyle vurulması ve beş gemi personelinin hayatını kaybetmesi ve bunun karşısında o günkü Demirel-Erdal İnönü tepkisi mukayese edilecek olursa, bugün Türkiye ve hükümet çok daha cesur, edilgen değil etken bir konumda olduğunu ortaya koymaktadır.

Hasılı Türkiye yerel ve bölgesel hiçbir olayda “adamsende” mantığıyla hareket etmiyor. Geçtiğimiz Eylül ayında yapılan Kuzey Irak referandumuna başta ılımlı yaklaşırken; referandum sonra Barzani’nin tam bağımsızlık isteğine İran’la birlikte karşı çıkmıştı. Suriye’de ABD’nin DAİŞ, PKK, PYD, YPG=DSG’ye verdiği desteği telin etmesi NATO tatbikatında ortaya çıkan sonuca ilişkin tarafların özür dilemesini bile yetersiz bulması, Suudilerin, BAE’ni ve üç Muhammed’in politikalarına meydan okuması, dünyadaki mazlum ve çaresiz Müslümanlara çare olma gayreti Türkiye’yi özne konumuna getirmiştir.

Başta bir kısım Arap ülkeleri olmak üzere bölge ülkelerinin çoğu, ABD, AB ve hatta Rusya bile Türkiye’nin yeniden ve en azından Sünni İslam dünyasının merkezi ya da lideri olma temayüllerine karşı şimdiden şedit tedbirler almaya başlamışlardır. Türkiye’nin ihraz ettiği konum sıradan bir konum değildir. Ve olayı ya da olayları sadece AK Parti ve Erdoğan öznesinde izah etmek de yeterli değildir. Zira Sünni İslam dünyasında ve mazlum Müslüman kitlelerde (Somali, Cibuti, Sudan, Darfur, Arakan gibi) Türkiye lehine olumlu bir ittifak oluşmuştur. Tablo bu.. İsterseniz 2023 hedeflerini bu zaviyeden okuyunuz. Kapitalist dünya ve onun tüketici müritleri Türkiye’yi kendilerine şirk koşan bir güç olarak görmektedirler. Bütün sorun bu gücü yok etmek ya da edilgen hale getirmek sorunudur. Ya da Muavenat gemisinde olduğu gibi bu günkü hükümet ve hükümetlerin sessizce olayı sineye çekmelerini beklemektedirler.

İran konusu ise tamamen İsrail’in güvenliği ile ilgili gözükmekte. Zira İran’ın mezhebi ve etnik yaklaşımları Batı’yı, İsrail’i değil İslam dünyasını tedirgin etmektedir. Ama buna rağmen bölgenin iki önemli gücü olan Türkiye ve İran’ın birçok konuda ittifakı, özellikle bölge sorunlarına ilişkin ittifakı dostlarına güven düşmanlarına hüzün verecektir…  

Son Düzenlenme Salı, 21 Kasım 2017 17:01
Süleyman Arslantaş

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...